Süleyman Seyfi Öğün’ün Yeni Şafak’ta yayımlanan konuyla alakalı köşe yazısı (20 Haziran 2019) şöyle:
Ah Şu Sûriyeliler…
Bir arkadaşım, evvelki yazımda yer alan iddialara katılmadığını; “değer “ile “duygu” arasında asla bir kopukluk olamayacağını ; hattâ en duygusal tepkilerin bile bir değer referansı ihtivâ ettiğini söyledi bana. Ben de kendisine ,bir yere kadar haklı olduğunu söyledim. Değer ile duygu arasındaki kopukluk bir ilişkisizliği ifâde etmiyor. Tam aksine, çok keskin bir değer göndermesinde bulunuyor. Sevgilisini veyâ eşini öldüren bir adam, rahatlıkla “Öldürdüm; çünkü seviyordum Hâkim Bey” veyâ “Nâmusum için öldürdüm” diyebiliyor. “Sevgi” ve “nâmus” gibi değerlere dayalı olarak bir insanın canını almanın haklılığını, meşrûluğunu savunabiliyor. Öyle de olsa bu, özünde tamâmen duygusal bir eylemin değerlerle alâkasını ıspat etmiyor. Tam aksine, ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor.
Tartışmamız devâm ederken, birden aklıma son zamanlarda alabildiğine büyüyen ve yer yer düşmanlığa dönüşen “Sûriyeliler” meselesi geldi. Bu meselenin, bahsettiğim tartışma için tesirli bir “case” olabileceğini düşündüm.
Kimilerine göre % 60ları mütecâviz oranlara ulaşan Sûriyeli düşmanlığı, artık siyâsete de tesir etmeye başladı. Muhalefet bunu alabildiğine sömürüyor. Kerli ferli, üstelik sorsanız “solcu” olduklarını söyleyecek olan yazarlar, Türkiye’deki Sûriyelileri horlayan, dışlayan; düpedüz homofobik yazılar kaleme alıyorlar. Mahallî düzlemde iş , muhalefete bağlı belediyelerin Suriyelilere mahsus yasaklar geliştirmesine kadar uzuyor. Yakında, sağda solda “Sûriyeliler giremez” gibi “uyarıcı” levhalar görürsek şaşırmayacağız.
Lâfı dolaştırmayalım; bunun adı düpedüz “yabancı düşmanlığıdır.” Nasyonal sosyalizm durduk yerde ortaya çıkmadı. Unutmayalım ki; pek çok nasyonal sosyalistin geçmişi sosyalistliktir. Evrenselci, hümanist düşüncelerden, dar görüşlü ve dışlayıcı Nazizme geçiş üzerinde düşünmeye değer bir mevzudur. Bu geçişi yaşayanlar, muhtemelen “gerçekçiliğe” vurgu yapacaklardır. Duygusallıklar , çok defâ gerçekçi bulunmaz. Bunun, en azından “yakıcı ve yıkıcı duygusallıklar” için doğru olmadığını düşünüyorum. Gerçekçilik, yıkıcı duygusal yatırımların en büyük sermâyesi olarak gözüküyor bana.
Yıkıcı duygusallıkları emziren gerçekçilik, birinci derecede , güncel (aktüel) tecrübelere dayanır. Bu tecrübelerin duygusal dünyâlarda doğurduğu “rahatsızlıklara” isâbet eder. Bu rahatsızlıklar ,yine duygusal akıl yürütmelerle “haksızlıklara” evrilir. Bu sûretle “değer-duygu” devresi tamamlanmış gibi gözükür. Hâlbuki esas kopukluk buradadır. Misâle dönecek olursak, Sûriyeliler, bir miktarda yakın olmakla berâber ; nihâî tahlilde yabancısı oldukları Türkiye’deki hayat tarzını çeşitli davranışlarıyla bozmakta; bunu yaşayan Türkleri “rahatsız” etmektedir. Sağa sola çöp atmakta, gürültü yapmakta, olur olmadık yerlere kalabalıklar hâlinde yığılmakta, terbiyesizlik etmekte, kadınlara tâcizde bulunmaktadır. Bu tarz şikâyetlerin doğru olmadığını iddia etmeyeceğim. Sûriyelilerle doğrudan bir tecrübem olmadı. Ama olsaydı veyâ gün gelir olursa , muhtemelen ben de benzer duyguları hissedebilirim. Ama mesele, insanların bu rahatsızlıklarla ne yapacaklarıdır? Suâl şu olsa gerekir: kendimizi rahatsızlıklarımıza kaptırıp,onların bizi yönetmesine mi izin vereceğiz; değilse biz mi onları yöneteceğiz ? Başka şekilde soralım: Değerlerimiz mi duygularımızı yönetecek; değilse duygularımız mı değerlerimizi yönetecek?
Medenî durumlar veyâ medeniyet kapasitesinin “rahatsızlık doğuran yabancılarla” , yerleşik olanların ,dışarıdan gelenlerle kurduğu ilişkilerin niteliği ile ölçülebileceğini düşünüyorum. Bu sebeple, modernlikle medeniyet fikrini bağdaştırmakta son derecede zorlanıyorum. Sözüm ona insan merkezli, evrenselci fikirlerden hareket eden Aydınlanmacı filozoflar, kendi kültürel dâirelerinin dışındaki insanları küçümsemekte, onları horlamakta bir beis görmediler. Kâğıt üzerinde döktürenlerin satır aralarında ne bıraktıklarına , pratikte neler yaptıklarına iyi bakmak lâzım gelir. “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz sualine mâruz kalan Gandhi, boşuna ve hayli muzipçe “İyi bir fikir olabilirdi” diye cevâp vermedi.
Hiçbir medenî durum mükemmel değildir. Ama bugüne kadar, yabancılarla başagelmek hususunda sağlanmış görece daha az kompleksli başarılar “imperium”lara mahsustur. Bu hususta ulus-devletler ,imperiumların çok,ama çok gerisindedir. Türklerin geçmişi de bunu doğruluyor. Roma topraklarına , büyük nüfuslar hâlinde giren göçer Türkmen aşiretleri seneler boyu yerleşikleri rahatsız etti. Selçuklu saraylarına sayısız şikâyet yağdı. Ama neticede, yabancının hukûkuna titizlenen Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri inşâ edildi. Bunu yapanlar yine Türklerdi. Avrupalıların böyle bir tecrübesi asla olmadı. Dolayısıyla , kamuoylarının eugenics gütmesini, kolayca yabancı düşmanlığına teslim olmasını anlayabiliyoruz. Anlaşılması zor olan ve yakışıksız olan bu topraklarda homofobinin tezâhürüdür.
Yerleşiklik düzleminde uyum sürecinin çok zor olduğu âşikâr. Selçuklu Sultanı, kendisine gelen Türk şikâyetlerine verdiği cevapta, kendisinin bile bu meseleyi çözmekte bîçâre olduğunu ifâde ediyordu. Herşeyin ilâcı zamandır denir. Sûriyelilerin uyumu için yürütülecek siyâsetler tartışılabilir. Bu, bahs-i diger. Ama bilinmesi gereken, bu sürecin selimleşmesinin gerekliliğidir. Sorunları kronik hâle getirecek, hattâ derinleştirecek olan ise duygusal basitçiliktir.
Etiketler: bunun adı düpedüz ‘yabancı düşmanlığıdırBENZER HABERLER